18 Ocak 2013 Cuma
Siz kabirdekiler cumayı bilir misiniz?
FAKİH Anlatıyor:
-Babam bana şöyle anlattı:
-Salih Meri, cuma gecesi, cuma namazını kılmak üzere mescide gitmek için yola çıktı. Kabristana uğradı. Kendi kendine şöyle dedi:
-Tan yeri ağarıncaya kadar kalayım.
Kabristanın içine girdi. İki rekat namaz kıldı. Bir kabre dayandı. Gözlerine uyku geldi. Şöyle bir rüya gördü: Kabirde yatanlar kabirlerinden çıkmışlar, halka halka olup oturmuş, konuşuyorlar.
Bir de baktı ki,onlardan ayrı, kirli elbiseli bir genç, bir köşede, üzüntülü bir halde oturuyor. Onu yanlarına oturtmuyorlar. Oradakilerin hepsine tepsi tepsi, üzeri mendillerle örtülü hediyeler gelip dağıldı. Herkes kendi tabağını aldı; sonra kabrine girdi. En sonuna bu genç kaldı.
O da üzüntülü bir halde, kalktı; kabre girmek istedi. Hemen ona sordum:
-Hey Allah'ın kulu, sende gördüğüm bu üzüntü neden? Sonra gördüğüm bu hal nedir?
Bana şöyle dedi:
- Ey Salih Meri, sen o tepsileri gördün mü?
- Evet, gördüm, deyince şöyle anlattı:
- O tabaklar, hayattakilerin ölülerine hediyeleridir. Onların adına verdikleri sadaka, yaptıkları dua, cuma geceleri onlara gelir.
Daha sonra şöyle dedi:
- Ben, Sindli biriyim. Anam hacca gitmek istedi; beraber yola çıktık. Basra’ya gelince öldüm. Bundan sonra anam evlendi. Kendisinin bir oğlu olduğunu ve öldüğünü kocasına anlatmadı. Dünyaya daldı. Ne bir işaretle ne de bir sözle beni andılar.
Ölümümden sonra beni hatırlayan kimse olmayınca üzülmek bana haktır.
Sordum:
-Senin ananın evi nerede?
Onun yerini bana anlattı.
Sabah oldu Namazımı kıldım. Sonra gittim. O kadının evini sordum, buldum.
Yanına gittim,izin istedim. Kendimi ona tanıttım, kapıdan:
-Ben Salih Meri'yim, dedim. İzin verdi, içeri girdim.
Şöyle dedim:
-Benim söyleyeceğim söz, senin söyleyeceğin söz hiç kimse tarafından duyulmamalıdır. Böyle istiyorum.
Ona yaklaştım, aramızda bir perde kaldı.
Şöyle sordum:
-Sana Allah'tan rahmet dilerim, çocuğun varmı?
-Yoktur.
Tekrar sordum:
-Daha önce bir çocuğun olmuş muydu?
Derin bir nefes aldı, sonra şöyle dedi:
-Benim bir genç oğlum vardı, öldü.
Bunun üzerine durumu ona anlattım. Ağlamaya başladı.
Sonra şöyle dedi:
-Ey Salih! O benim ciğerparem, kalbim idi. İçim onun yuvası olmuştu. Göğüslerimden ona süt içirdim. Kucağım onun sığınağı idi.
Daha sonra çıkardı bana bin dirhem verdi. Ve şöyle dedi:
-O sevdiğim göz nurum için bunları dağıt. Kalan ömrümde onu duadan unutmayacağım. Onun için sadaka vereceğim.
Gittim, o bin dirhemi dağıttım.
Ertesi cuma geldi. Cumaya gitmeyi istedim. Yine kabristana uğradım.İki rekat namaz kıldım, sonra bir kabre dayandım. Yine dalmışım. Baktım ki, bir cemaat yine çıkmış. Bu arada o genci gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Sevinçli ve mesrurdu.
-Ey Salih! Allah bizim için seni mükafatlandırsın. Gönderdiğiniz hediye bize geldi.
Ona dedim ki:
-Siz kabirdekiler cumayı bilir misiniz?
Şöyle anlattı:
-Evet biliriz. Havadaki kuşlar bile onu bilir. Cuma günü için birbirlerine şöyle derler:
-Bu faziletli gün için, selam,selam...
16 Ocak 2013 Çarşamba
ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak
istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye
havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî
hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını
gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini
belirttiler, Şems-i Tebrîzî;
"Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
"Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım."
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Öbür sorunu da sor!" buyurdu.
O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Peki öbürünü de sor!" buyurdu.
O;
"Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek
diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar,
karışmayın!" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru
kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl
zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu.
Ve;
"Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
"Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim."
O kimse şaşırarak;
"Ağrıyor ama gösteremem." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna
toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de
topraktan yaratıldı.
Yine bana;
"Bırakın herkesin canı ne
isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun
başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa
ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret
hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR
Bir
zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha
çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç
yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu
arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister
başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı
şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
...
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı
tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı
muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral
ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun,
parmağım koptu?" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını
zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen
kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç
adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve
köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına
odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere
bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın
başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları
nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir
insanı yedikleri takdirde başlarına kötü şeyler geleceğine
inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer
adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde,
kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca
yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen
zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir
bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında
gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre
zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir
şeydi." "hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene?"
DEMEK Kİ HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR....
Mimar Sinan'ın Mektubu
Bir kaç yil önce Süleymaniye camisinin yikilma tehlikesi içinde oldugu kesfedilmis.
Eger çözüm bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman içinde yikilacakmis.
Caminin tüm tasiyici yükü kemerlerindeymis. Bu kemerlerin ortalarinda
bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde yazili bir proje
olmadigi için nasil degistirilecegi bilinmiyormus.
Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarindan olusan bir heyet
hazirlanmis. Bir sürü fikir atilmis ortaya, her kafadan bir ses çikmis
ama sonuç alinamamis.
Ülkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu çözememis. Tartismalar sürerken caminin içinde büyük bir karmasa sürüyormus.
Ülkenin çesitli bilim kuruluslarindan bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormus.
Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bölme bulmus. Bölmede üzerinde eski yazi olan bir not varmis.
Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
Bu kagit parçasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir mektupmus.
Mektupta yazilanlar tercüme ettirilince söyle bir metin çikmis ortaya:
"Bu notu buldugunuza göre kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
söylediklerini yapmis. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)