23 Mart 2012 Cuma
Kadın Olmak !...
Bir kadın çocuktur aslında… Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini ister.Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını… Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz..
Bir kadın güçlüdür aslında...
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.
Bir kadın sevgidir aslında...
İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever; ama, tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer alamazsınız. Her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri ”acımak' duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında...
Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız, onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.
Bir kadın çılgındır aslında...
Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Üreticiliğinin sınırı yoktur ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz üreticiliğini. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz!
............bir kadını ağlatırken çok dikkat edin..!!!
....... çünkü Allah gözyaşlarını sayar.....!!!!
kadın;erkeğin kaburgasından yaratıldı,ayaklarından yaratılmadı..!!!
öyle olsaydı ezilirdi......!!! üstün olsun diye başından da yaratılmadı......!!
AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI......
Eşit olsun diye......
kolun biraz altında...
Korunsun diye...!!!
KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE!!!
Alıntıdır....!
14 Mart 2012 Çarşamba
PULSUZ DİLEKÇE
Bütün
duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek
isterdim: Sürekli bir büyüme ve değişme
içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir
kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.
Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda,
arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük
tanıyın. Beni
her yerde, her zaman koruyup kollamayın. Davranışlarımın
sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın
kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka
nasıl anlarım? Büyümeyi çok istiyorsam
da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan
kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk
kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi
biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana
yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutamayınca
sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan
saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz
kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak,
hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız
davrandığınızı görünce hem bocalıyor,
hem de bundan yararlanmadan edemiyorum. Öğütlerinizden çok
davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın.Beni
eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz.Bunları çabuk
unuturum.Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek
beni yaralar ve sürekli tedirgin eder. Çok konuşup çok
bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek
duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. "Ben
senin yaşında iken..." diye başlayan
söylevleri hep kulak ardına atarım. Küçük
yanılgılarımı büyük suçmuş gibi
başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni,
korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın.Yaramazlıklarım
için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. Yanlış davranışım üzerinde
durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu
aşmadığı sürece cezama katlanabilirim. Beni
dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar,
soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız
kısa ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstünde
işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri
yapmamı bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni
destekleyin; hiç değilse çabamı övün. Beni
başkalarıyla karşılaştırmayın; umutsuzluğa
kapılırım.Benden yaşımın üstünde
olgunluk beklemeyin.Bütün kuralları birden öğretmeye
kalkmayın; bana sure tanıyın. Yüzde yüz
dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin.Beni
köşeye sıkıştırmayın; yalana
sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok
bunaltsam bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim,
ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının
yanında onurumu kırmayın.Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde
güç durumlara düşürebilirim.Bana haksızlık
ettiğinizi
anlayınca açıklamaktan çekinmeyin.Özür
dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz;tersine, beni size daha çok
yaklaştırır.Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha
iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez
göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm
büyük olur. Biliyorum,
ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına
uğratıyorum. Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin çok
olmadığını da biliyorum. Yukarıda sıraladığım
istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim;
yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın. Benden "Örnek çocuk" olmamı istemezseniz,
ben de sizden kusursuz ana-baba olmanızı beklemem. Sevecen
ve anlayışlı olmanız bana yeter. Sizin çocuğunuz
olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım
olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.
Sevgiler, Çocuğunuz
Sevgiler, Çocuğunuz
13 Mart 2012 Salı
Tuzlu Kahve
Kıza bir partide rastlamıştı… Harika bir şeydi. O gün peşinde o
kadar delikanlı vardı ki… Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen kösedeki şirin kefeye
oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki kalbinin çarpmasından
konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı… "Ben artık
gideyim!" demeye hazırlanırken delikanlı birden garsonu çağırdı:
- Bana biraz tuz getirir misiniz? dedi. Kahveme koymak için!
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı… (Kahveye tuz?!.)
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi… Delikanlı anlattı:
- Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem çocukluğumu deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki…
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının… Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken evini ailesini bu kadar özleyen bir adam evi aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen evini arayan evini sakınan biri… Ev duyusu olan biri…
Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı… Çocukluğu gibi. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak… Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii… Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi prenses prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine, içine bir kaşık tuz koydu hayat boyu… Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü… 40 yıl sonra adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına… Söyle diyordu satırlarında:
"Sevgilim, bir tanem…
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim… Tuzlu kahvede. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan… Sen ve herkes bana bakarken değiştirmeye o kadar utandım ki yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiç bir sebep yok… İste gerçek… Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat… Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem her şeyi yeniden yaşamak seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim. İkinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da…"
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı...
Lafı açıldığında, bir gün biri kadına: “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldular. Gözleri nemlendi kadının… “Çok tatlı!” dedi…
- Bana biraz tuz getirir misiniz? dedi. Kahveme koymak için!
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı… (Kahveye tuz?!.)
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi… Delikanlı anlattı:
- Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem çocukluğumu deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki…
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının… Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken evini ailesini bu kadar özleyen bir adam evi aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen evini arayan evini sakınan biri… Ev duyusu olan biri…
Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı… Çocukluğu gibi. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak… Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii… Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi prenses prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine, içine bir kaşık tuz koydu hayat boyu… Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü… 40 yıl sonra adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına… Söyle diyordu satırlarında:
"Sevgilim, bir tanem…
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim… Tuzlu kahvede. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan… Sen ve herkes bana bakarken değiştirmeye o kadar utandım ki yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiç bir sebep yok… İste gerçek… Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat… Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem her şeyi yeniden yaşamak seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim. İkinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da…"
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı...
Lafı açıldığında, bir gün biri kadına: “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldular. Gözleri nemlendi kadının… “Çok tatlı!” dedi…
Fırıncı ile Kadı
Kadı'nın biri fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku
gelmiş. Vitrinde, güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen
nefis bir ördek var. Kadı, fırıncıya 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya
itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra
ördeğin sahibi gelmiş:
- Hani bizim ördek?
Fırıncı boynunu büküp: "Uçtu" deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
- Bu adam ördeğimi hiç etti! diye şikayet etmiş.
Kadı, fırıncıya sormuş:
- Ne yaptın bu adamın ördeğini?
Fırıncı: "Uçtu" demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar "uçar" anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil!
Diyerek fırıncının beraatine karar vermiş. Kadı gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...
Davacı: "Ne olacak?" diye sorunca kadı:
- Şimdi, demiş. Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.
Tabii gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı:
- Tamam! demiş. Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak!
Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
- Senin şikayetin ne?
Yahudi ellerini açmış:
- Ne diyeyim kadı efendi? demiş. Adaletinle bin yaşa sen, e mi?
- Hani bizim ördek?
Fırıncı boynunu büküp: "Uçtu" deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
- Bu adam ördeğimi hiç etti! diye şikayet etmiş.
Kadı, fırıncıya sormuş:
- Ne yaptın bu adamın ördeğini?
Fırıncı: "Uçtu" demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar "uçar" anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil!
Diyerek fırıncının beraatine karar vermiş. Kadı gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...
Davacı: "Ne olacak?" diye sorunca kadı:
- Şimdi, demiş. Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.
Tabii gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı:
- Tamam! demiş. Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak!
Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
- Senin şikayetin ne?
Yahudi ellerini açmış:
- Ne diyeyim kadı efendi? demiş. Adaletinle bin yaşa sen, e mi?
9 Mart 2012 Cuma
..................................................DEDE....................................
Yalnızdı... Üzerinde yıllardır eskitemediği çizgili pijaması, yüzünde
çizgiler... Kendi kendine konuşuyordu, her zaman olduğu gibi:
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha da uyanamadı dünyaya.
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha da uyanamadı dünyaya.
7 Mart 2012 Çarşamba
Güveninizi nasıl pekiştireceğinizi merak ediyorsanız bu tavsiyeleri uygulayın.
1. Önce bütün olumsuz tecrübeleri unutun. Durup dururken
güveniniz yitirmeniz, basarisizlik duygusunu yasamaniz bundan olabilir. O
yüzden ilk adim olarak gecmisteki bütün kötü deneyimleri yok edin.
Beyninizden silin gitsin!
2.
Kendinizle iletisiminiz cok önemli. ”Sen bunu yeneceksin” gibi cümleler
kurmayin. Yani kendinize ic sesinizle “sen” diyorsaniz bu sorundur. İlk
olarak kendinizle “iletisim”e gecip, “ben bunu yaparim” seklinde
cümlelerle ise baslayin.
4. Kesin olarak istediginiz seyin ne oldugunu düsünün. Tam olarak neyi, ne kadar, nerede ve nasil elde etmek istiyorsunuz? Bunu dakikalarca düsünüp, o cok istediginiz seye odaklanin. Adrenalinizin arttigini, istediginiz seye kavusmayi “düsünmenin” sizi pozitif bir ruh haline soktugunu göreceksiniz.
5. Kötü tecrübeleri beyninizin bilgisayarini cöp kutusuna atip, silmistiniz ya. Eh simdi, arkadaslarinizla beraberken biraz sikiliyorsunuz degil mi? Onlara hep ”dertlerinizden” söz ederdiniz hani! Canim, biraz düsünün, sizin hic basariniz olmadi mi gecmiste. Dost sohbetlerinde arada sirada bu basarilarinizdan da söz edin.. Anlatirken bunu nasil yaptiginizi yeniden hatirlayacaksiniz. Belki de bu yöntem, baska ulasmak istediginiz idealleriniz icin de ise yarar!
6. Çevrenizi iyi gözlemlediniz mi? Basarili ve mutlu insanlar genellikle “Çözüm”e odaklidir. Bu insanlar yüzde 20 problemlere, yüzde 80 cözümlere odaklanir. Bazi sorunlar aslinda sizin “büyüttügünüz” kadar degil. Siz ona “odaklandikca” o büyüyor, büyüyor ve cözülmez bir hale geliyor. Bu sorunlarda cikmaza girdiginizde bir “örnek” bulun. Yari sorunu cözmüs bir insan örnegi. O, nasil cözdü? Tamamen bu yönteme odaklayin kendinizi.
7. Enerjinizi cogaltin. Cünkü enerji bize sadece fiziksel güc olarak gerekli degildir. Duyu organlarimiz da enerji ile calisir. Bu enerji sesinize, bakisiniza, görünüsünüze etki eder. Spor yaptiginizda seretonin ve endorfin hormanlari artacak. Bu iletisimde cok önemli; Bakislariniz da bu hormonlarin etkisiyle karsi tarafa daha kolay “olumlu” mesajlar göndermenizi saglayacak. Kendinizi “iyi” hissetmek, güne gülümseyebilmek icin spor cok önemli. Unutmayin, egzersizden uzak kaldiginizda, adeta benzinsiz bir araba gibisiniz!
8. Telkin cok önemli. Her ne istiyorsaniz onu olmus gibi hayal edin: Alt bilinciniz sadece simdiki zamani bilir. O yüzden gelecek zamanli cümleler kurmayin. Örnegin, ”zayiflayacagim” derseniz asla zayiflayamazsiniz. Belirsiz bir gelecek yerine, “su anda yapiyorum” deyin.. Bu mesaji yolladiginizda, alt bilinciniz sizi o amac icin bazi tutumlara davet edecektir. Siz farkinda bile olmadan… Enerjiniz cogalacak, yavas yavas zayiflama istegi artacaktir.
9. Aman, renkler cok önemli. Giysilerde renk tonajlarina dikkat edin. Sectiginiz her renk sizi anlatiyor cünkü. Canli renkler mutluluk ve neseyi koyu renkler ise ciddiyeti temsil ediyor. Bu tarz olarak size en yakisani secin. Bu giysileriniz canli renklere sahipse güveninizin kendiliginden gelistigini göreceksiniz. (Tabii yerine göre.. Bir is toplantisina da piril piril renklerle gidilmez elbette.) Su acik ki, asil olarak “ten giysiniz”, yani solgun olmayan bir cilt, pariltili bakislar giysilerden daha da önemlidir. Olumlu düsündükce farkli bir ten renginin ve bakislarin sizde oturdugunu farkedeceksiniz.
10. “Evet” ve “hayir” lara dikkat. Hickimse size istemediginiz bir seyi yaptiramaz. Bazi insanlara da hayir demeyi ögrenin. Hoslanmadigıniz bir mekana sizi götürmek isteyen arkadasiniza karsi rahatlikla ” hayir” kelimesini kullanin. Birlikte keyif alacaginiz mekanlari sececek arkadasiniz mutlaka vardir. Sizi rahatsiz eden, olumsuz ruh halinizi cogaltan insanlarla iliskinizi de gözden gecirin. Sizi üzen bir insanla yola devam etmek sizden sürekli götürecektir.
11. Gelecegi “belirsiz” birakmayin. Planlayin. O gerceklestiginde neler hissedersiniz, sürekli bunu düsünün. Artik o ideale, o “plan”a nasil ulasacaginizi düsünün ve kendinizi orada hayal edin sik sik. Örnegin isyerinizde “sef” mi olmak istiyorsunuz? Sürekli bunu nasil gerceklestireceginizi düsünmenin ve bu anlamda somut olarak neler yapabileceginizin ötesinde, o görevi “hayal” edin. Kendiniz orada, bir toplantida iken hayal kurun örnegin. Hayaliniz güclendikce, tutumlariniz da degisecektir. Örnegin, o iste sef olmak icin önce dil mi bilmeniz gerekiyor. Farkinda olmadan ayaklariniz sizi bir bir hafta sonu kursuna dogru götürecektir.
12. Gelecegi planlamak kendinize güveni, kendinize güvenmek de size bazi “formüller” de getirecektir. Örnegin zayiflamak istiyorsunuz ama neden sismanladiginizin “formülü”nü dikkate almiyorsunuz. İste olumlu bir sekilde basariya odakladiginizda beyniniz, size “neden sismanladiginiz”i da animsatacak. Ve sizi kilo almaya götüren nedenleri de hayatinizdan kaldirmak üzere planlar yapiyor olarak bulacaksiniz kendinizi..
13. Bir de, “olumlu” anlam iceren kelimelere dikkat edin. Olumsuz olarak beyninize yerlestirdiginiz cümleler size baski yapar. Orada “beslenir” ve daha güclü olarak geri dönebilir”. Bir örnek vermek gerekirse, “asla televizyon seyretmiyorum” demeyin. Beyniniz sizi daha istekli olarak TV seyretmeye zorlar. İnsanlarin “kötülükleriyle” ugrastiginizda da ters tepki verir. Kötü bir kelimeyi kullandiginizda ona yüklediginiz anlami bilincinize cagirirsiniz! Bu kelimeyi cok sik hatirlamaya baslarsiniz. Hatta yillar sonra o eylemin icinde bile görebilirsiniz kendinizi. O nedenle “olumsuz” herhangi bir kelimeyi (Her ne olursa olsun) beyinize yerlestirmemeye özen gösterin.
14. Hayatinizi yönlendirin. Ne eksikse yasaminizda ona kanalize olun. Sevgi mi yok, sevgi birlikteligine kanalize olun. O boslugu bir sevgili dolduracaksa, yani ona gereksinimiz varsa bunu planlayin. Bir takim duygusal bosluklarin yerini baska seylerle kapatmayin. Zaten olumluya ve basariya kanalize olmus bir ruh hali, baska arayislariniza cözüm bulmak üzere de konumlanacaktir. Basari ve sevgiyle birlikte donanmis benliginiz, size enerjiyi ve mutlulugu da cagiracaktir.
5 Mart 2012 Pazartesi
ŞİŞEDEN ÇIKAN MEKTUP
Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami´nin
1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden
bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıklarını
anlatıyor.
“Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
“Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
Şişenin içinde
dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir
şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve
Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
4 Mart 2012 Pazar
SEN DOĞRU OL, KEM BELASINI BULUR
Dervişin biri eski İstanbul sokaklarında :
‘-Sen doğru ol kem belasını bulur.Sen doğru ol kem belasını bulur.’Diye diye dolaşıyormuş.Padişahın biri tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken dervişin sözlerini duymuş,ilgisini çekmiş ve dervişe :
‘-Sen doğru ol kem belasını bulur.Sen doğru ol kem belasını bulur.’Diye diye dolaşıyormuş.Padişahın biri tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken dervişin sözlerini duymuş,ilgisini çekmiş ve dervişe :
-Hergün sarayıma gel seninle muhabbet ederiz ‘demiş.
Dervişimiz ertesi gün ……
Dervişimiz ertesi gün ……
Sarayın kapısına gitmiş padişahın karşısına çıkarılmış sohbet muhabbet zaman geçmiş saraydan ayrılırken padişah dervişin cebine bir altın konulmasını emretmiş.
Sarayın dışında dervişimizi takip eden sahte derviş kılıklı biri yanına yanaşmış ,
Sarayın dışında dervişimizi takip eden sahte derviş kılıklı biri yanına yanaşmış ,
-Ya arkadaş ,Padişah seni neden saraya davet etti ?Derdi neymiş?’falan filan bir yığın sorgu suale tutmuş.Her gün bir altın aldığını da öğrenince.’Onun yaptığı işi ben de yaparım’ diye düşünmüş.Sormuş,
-Ya kardeş, hergün ben de seninle gelsem rahatsız olmazsın değil mi?’ demiş belki Padişah bana da bir altın verir çoluk çocuğum nasiplenir.’
İyi dervişimiz:
-Padişahım kabul ederse neden olmasın sende gelirsin tabii ‘demiş.
Gel zaman git zaman padişah her muhabbet sonrası bir ona bir öbürüne birer altın verdirir olmuuuş.
Sahte derviş bir sabah gerçek dervişimizi çorba içmeye davet etmiş.Garsona da gizlice arkadaşının çorbasına bol sarmısak koymasını tembihlemiş.Gerçek dervişin
Gel zaman git zaman padişah her muhabbet sonrası bir ona bir öbürüne birer altın verdirir olmuuuş.
Sahte derviş bir sabah gerçek dervişimizi çorba içmeye davet etmiş.Garsona da gizlice arkadaşının çorbasına bol sarmısak koymasını tembihlemiş.Gerçek dervişin
-Padişah’ımla muhabbet ederken kötü kokarım ‘sözlerine sözüm ona çare de üretmiş
-ağzına mendil tutarsın kardeşim ‘demiş.O gün aynen böyle olmuş bizim derviş ağzını mendille örterek padişahla söyleşisini sürdürmüş.Bu arada sahte derviş fırsat bulduğunda Padişahın kulağına eğilip,
- efendim arkadaşım ağzını mendille neden kapatıyordu biliyormusunuz ,ağzınız kokuyormuş o kokuyu duymamak için’ demiş.
Padişah çok sinirlenmiş çağırın o dervişi demiş. gerçek dervişimize sarayın fırıncısına verilmek üzere bir pusula vermiş ve ,
Padişah çok sinirlenmiş çağırın o dervişi demiş. gerçek dervişimize sarayın fırıncısına verilmek üzere bir pusula vermiş ve ,
-Al bunu fırıncıya götür’ demiş.okuma yazması yok tabii tam kapıdan çıkıp fırıncıya gidecekken sahte derviş :
-İstersen ver o pusulayı ben götüreyim fırıncıya , belki Padişah ekmek lütfetmiştir çocuklara götürürüm senin ekmeğe ihtiyacın mı olur?’ demiş.
Onunda okuması yok,pusula böylece sahte dervişin elinden fırıncıya ulaşmış.fırıncı kağıtta yazılan ‘bunu sana getireni kızgın fırına at’ emrini hemen yerine getirip sahte dervişi küt ,alev alev yanan kızgın fırına yollamış.Ertesi gün gerçek derviş yine saraya gelmiş.Padişah şaşırmış:
- Hayrola sen dün fırıncıya gitmedinmi ?’diye sormuş..Derviş de olanları birbir anlatmış.Padişah dervişin kulağına eğilmiş:
-SEN DOĞRU OL ,KEM BELASINI BULUR ‘demiş.
3 Mart 2012 Cumartesi
SULTAN MURAD HAN
SultanMurad Han o gün bir hoştur sanki birşey söylemek ister,sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar :
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya,Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. işte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar;
- Kimdir bu? Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhurun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer;
Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa nerde namlı harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...Ama biz gidemeyiz,şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- iyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var.
Tekfini,telkini... Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane
bulmalıyız.
- şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden..
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem.Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.... Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara...Mızraklı ilmihal.Hücceti İslam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişanci'ya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün;
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Allahü tealinin öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez.
Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammet'e,halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri parçalar.
İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir.
Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti.
Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda,Cibali Tütün Fabrikası'nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)