Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

BU SİTEYE

2 Aralık 2012 Pazar

Çocukluğumu Özledim Anne.....

Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babamın bile anahtarı yoktu.
Annem evimizi

n bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki. . .

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,
onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi,
en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık.
Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.
Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki.
Komşumu tanımıyorum ama evinin camında,
temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ;
bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok.
Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar,
ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,
onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady ' lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,
taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.

Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
"Her toplum hakettiği gibi yönetilir" derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi ?

14 Eylül 2012 Cuma

Türk Lirasının Yeni simgesini Exel proğramına entegre etmek...

            


              Merhaba, Ben işletim sistemimiz için bir güncelleme çıkıncaya kadar bilmeyen arkadaşlar için ekteki pdf'i yayınlıyorum Exel Proğramına entegre edebilirsiniz. Umarım faydalı olur. Emeği geçen arkadaşa da Teşekkür ediyorum....

       Alttaki linkten indirebilirsiniz.....


 







http://www.excel.web.tr/attachment.php?attachmentid=128999&d=1332453586

10 Ağustos 2012 Cuma

Nalcı Baba



Sultan Murad Han o gün bir hoşdur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: 

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var ?

-- Akşam garip bir rüya gördüm. 

- Hayırdır inşallah?.. 

-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. 

- Nasıl yani?

-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; 

-- Kimdir bu? 

Ahali:

- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun 
biri işte!.. 

-- Nerden biliyorsunuz? 

- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer; 

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. - isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu : 

-- Nereye? 

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. 

-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. 

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından. 

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

-- Basbayağı kaldırırız işte. 

- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini... 

-- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız. 

- Şurada bir mahalle mescidi var ama... 

-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba... 

-- Nasıl yani?..

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?.. 

-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. 

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. 

-- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye... 

-- Hayret...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...

-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki... 

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...

-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...

-- Doğru, öyle ya?.. 

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? 

-- Peki o ne dedi? 

- Önce uzun uzun güldü, sonra; 

- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?



24 Temmuz 2012 Salı

Ankaralı COŞKUN Ankara'nın Bağları


Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.


Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün.

Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.

Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün,

Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.

Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.

Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.

Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.

— İlim bil, irfan bil, söz bil.
— İkram bil, kural bil, doyum bil.
— Usul bil, adap bil, sınır bil.
— Yol bil, yordam bil.
— Hal bil, ahval bil, gönül bil.
— Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
— Mert ol, yürekli ol.
— Kimsenin umudunu kırma.

Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.

* Şeyh Edebali *

Siyah ve Beyaz



 
 
FOTOĞRAFA BAKTIĞINIZDA EE NE VAR BUNDA ŞİMDİ DİYORSUNUZ?


200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos’un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.


İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı’nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avu stralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş...


İşte bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.


Gelelim hikayeye...


Mexico City’de 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış.


Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman’ın yanına gelerek sormuş:


- İnsan haklarına inanıyor musun?

- Evet, inanıyorum.

- Peki ya Tanrı’ya?

- Bütün kalbimle...


Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:


- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!


İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika’daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl?


Fikir Norman’dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi’nin kokartını iğneliyor.


Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.


Ve tabii (hatırlıyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor...


Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika’daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir.


Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman?


Meslektaşım Aynur’un anlattığına göre, Norman’ın da hayatı kararmış.


Tommie Smith diyor ki:


“Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya’ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi.”


Avustralya Devleti Norman’ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamını mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.


Ölene kadar süren ‘eylem kardeşliği’...


İki amerikalı ve bir Avustralyalı ‘lanetli’ atletin o gün başlayan ‘eylem kardeşliği’ ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.


Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.


Ve şimdi, fotoğrafın sağına tekrar bakın


Melbourne’de yapılan cenaze töreni. ‘Onurlu beyaz atlet’ Peter Norman’ın tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos’un omuzlarında ...

13 Temmuz 2012 Cuma

İnsan babası ölünce büyüyor çünkü.



İnsan babası ölünce büyüyor çünkü.
Yalnız başına kalıyorsunuz o zaman artık.

Çocukken her şeyi bilen, herkesten güçlü olan babamız biz büyüdükçe küçülüyor. Zamanını tamamlamış ve geçmişte kalmış bir yaşlı olarak kendi köşesinden bize bakıyor.

Uzakta olsa da, bize dokunamasa da...

Usandıracak kadar ayrıntılı sorularla hayatı öğrendiğimiz,

her şeyi bilen babamızın sorularıysa biz büyüdükçe artık bize sıkıcı gelmeye başlıyor.

Müdahale etmese, soru sormasa ne iyi olur dediğimiz zamanlar çok oluyor artık. Biz ondan daha iyi biliyoruz ya her şeyi.

Zaman artık onun zamanı değil ya...

Teknoloji gelişti ya...

Her şey değişti ya...

Oysa ne zaman ki babanızı kaybediyorsunuz,

işte o zaman gerçekten büyüyorsunuz.

Çünkü çınarın gölgesi yok artık üzerinizde.

Sizi fark etmediğiniz halde yağmurdan, güneşten koruyormuş meğer o gölge. Siz de aile kuruyorsunuz, baba oluyorsunuz, sizinde gölge yaptığınız ve koruduğunuz birileri oluyor ama o gölgeyi çok arıyorsunuz.

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz.

Artık soru soracağınız, öğreneceğiniz, azarını duyacağınız, takdirini alacağınız, akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz, korkacağınız bir babanız yoksa büyüyorsunuz.

Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan o kişi yoksa artık... Hep sessiz ağlayan, suskun seven, en zor dönemde bile yıkılmaz görünen, sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık... Büyüyorsunuz o zaman işte. Savaşın ortasında komutansız kalmaktır, babasız kalmak. Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.

8 Mayıs 2012 Salı

Kendisi


Bundan 20 yıl sonra,yaptıkların değil,yapamadıkların için üzüleceksin.Dolayısıyla halatları çöz. Güvenli limanlardan uzaklara yelken aç. Rüzgarı yakala, araştır, düşle, keşfet...

Yapabileceğin kadar söz ver. Sonra söz verdiğinden daha fazlasını yap.

Oturarak başarıya ulaşan tek yaratık tavuktur.

Dertlerini gözyaşlarında boğmak isteyenlere dertlerin yüzme bildiğini söyle.

Dalın ucuna gitmekten korkma, meyve ordadır.

Büyük adam büyüklüğünü küçük adamlara davranışlarıyla gösterir.

Talih bukalemun gibidir, biraz zaman tanı ,mutlaka değişecektir.

"Tarihte en etkili 100 kişi" adlı kitabı okudum.Onların hepsiyle ortak olduğumuz tek şeyin zaman olduğunu hayretle gördüm.

Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlayamayabilirsin. Şimdi başla! Şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla...

Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim.

Kimi zaman içindeki o sessiz sese uzmanlardan daha fazla güven. Aerodinamik yasalarına göre o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona hiç kimse söylemedi ki, uçuyor!

Zamanlarının büyük kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar, sonunda en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.

Öteki insanlardan daha akıllı ol.Yalnız bunu onlara söyleme!

Mutlu olmanın en garantili yolu, başkasını mutlu etmektir.

Hayatta ya tozu dumana katarsınız, ya da tozu dumanı yutarsınız.

İyi çalışan, sık gülen, ve çok seven başarıyı elde eder.

İnsanın kainatta kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır :KENDİSİ!


Aldous Huxley

17 Nisan 2012 Salı

MUTLAKA OKUYUN (ÇOK İBRETLİK)



DELİNİN biri camiye girer,belli ki namaz kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..
Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
“Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar
“Âdetiniz böyle değil mi?”
“Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..
Der ki meczub bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der..
“Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..
Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..”
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
“ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda,
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını,
biri onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk,
birinin sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca..
O da der ki:
“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda..
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..
Ya işte böyle Bu kadardır hikaye..
Bize düşen ibret almak…”

23 Mart 2012 Cuma

Kadın Olmak !...


Bir kadın çocuktur aslında… Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini ister.Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını… Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz..

Bir kadın güçlüdür aslında...


Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.


Bir kadın sevgidir aslında...


İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever; ama, tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer alamazsınız. Her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri ”acımak' duygusudur.


Bir kadın yalnızdır aslında...


Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız, onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.


Bir kadın çılgındır aslında...


Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Üreticiliğinin sınırı yoktur ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz üreticiliğini. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz!


............bir kadını ağlatırken çok dikkat edin..!!!


....... çünkü Allah gözyaşlarını sayar.....!!!!


kadın;erkeğin kaburgasından yaratıldı,ayaklarından yaratılmadı..!!!


öyle olsaydı ezilirdi......!!! üstün olsun diye başından da yaratılmadı......!!


AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI......


Eşit olsun diye......


kolun biraz altında...


Korunsun diye...!!!


KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE!!!



Alıntıdır....!












14 Mart 2012 Çarşamba

PULSUZ DİLEKÇE

Sevgili Anneciğim, Babacığım;
     Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim:  Sürekli bir büyüme ve değişme içindeyim.  Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum.  Beni tanımaya ve anlamaya çalışın. Deneme ile öğrenirim.  Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz.  Oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın.  Beni her yerde, her zaman koruyup kollamayın.  Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim.  Bırakın kendi işimi kendim göreyim.  Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?  Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum.  Bunu önemsemeyin.  Ama siz beni şımartmayın.  Hep çocuk kalmak isterim sonra.  Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum.  Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum.  Bana yerli yersiz söz de vermeyin.  Sözünüzü tutamayınca sizlere güvenim azalıyor.  Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin.  Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın.  Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem.  Ancak, hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum.  Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum. Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın.Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz.Bunları çabuk unuturum.Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder. Çok konuşup çok bağırmayın.  Yüksek sesle söylenenleri pek duymam.  Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır.  "Ben senin yaşında iken..." diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.      Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın.  Bana yanılma payı bırakın. Beni, korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın.Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın.       Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin.  Ceza vermeden önce beni dinleyin.  Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim.  Beni dinleyin.  Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır.  Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun.  Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın.  Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin.  Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin; hiç değilse çabamı övün.  Beni başkalarıyla karşılaştırmayın; umutsuzluğa kapılırım.Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin.Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın; bana sure tanıyın.  Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin.Beni köşeye sıkıştırmayın; yalana sığınmak zorunda kalırım.  Sizi çok bunaltsam bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin.   Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın.Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde güç durumlara düşürebilirim.Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin.Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz;tersine, beni size daha çok yaklaştırır.Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın.  Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.      Biliyorum, ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum.  Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum.  Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.  Benden "Örnek çocuk" olmamı istemezseniz, ben de sizden kusursuz ana-baba olmanızı beklemem.  Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.       Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi.  Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.   
Sevgiler, Çocuğunuz

13 Mart 2012 Salı

Tokatli Kinali Ali Hey Onbesli Türküsü Hikayesi


http://www.youtube.com/watch?v=vMnF7bPYZdw

Tuzlu Kahve

Kıza bir partide rastlamıştı… Harika bir şeydi. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki… Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen kösedeki şirin kefeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı… "Ben artık gideyim!" demeye hazırlanırken delikanlı birden garsonu çağırdı:
- Bana biraz tuz getirir misiniz? dedi. Kahveme koymak için!
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı… (Kahveye tuz?!.)
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi… Delikanlı anlattı:
- Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem çocukluğumu deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki…
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının… Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken evini ailesini bu kadar özleyen bir adam evi aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen evini arayan evini sakınan biri… Ev duyusu olan biri…
Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı… Çocukluğu gibi. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak… Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii… Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi prenses prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine, içine bir kaşık tuz koydu hayat boyu… Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü… 40 yıl sonra adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına… Söyle diyordu satırlarında:
"Sevgilim, bir tanem…
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim… Tuzlu kahvede. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan… Sen ve herkes bana bakarken değiştirmeye o kadar utandım ki yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiç bir sebep yok… İste gerçek… Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat… Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem her şeyi yeniden yaşamak seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim. İkinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da…"
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı...
Lafı açıldığında, bir gün biri kadına: “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldular. Gözleri nemlendi kadının… “Çok tatlı!” dedi…

Fırıncı ile Kadı

Kadı'nın biri fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde, güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Kadı, fırıncıya 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
- Hani bizim ördek?
Fırıncı boynunu büküp: "Uçtu" deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
- Bu adam ördeğimi hiç etti! diye şikayet etmiş.
Kadı, fırıncıya sormuş:
- Ne yaptın bu adamın ördeğini?
Fırıncı: "Uçtu" demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar "uçar" anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil!
Diyerek fırıncının beraatine karar vermiş. Kadı gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...
Davacı: "Ne olacak?" diye sorunca kadı:
- Şimdi, demiş. Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.
Tabii gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı:
- Tamam! demiş. Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak!
Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
- Senin şikayetin ne?
Yahudi ellerini açmış:
- Ne diyeyim kadı efendi? demiş. Adaletinle bin yaşa sen, e mi?

9 Mart 2012 Cuma

..................................................DEDE....................................



Yalnızdı... Üzerinde yıllardır eskitemediği çizgili pijaması, yüzünde çizgiler... Kendi kendine konuşuyordu, her zaman olduğu gibi:
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha da uyanamadı dünyaya.

7 Mart 2012 Çarşamba

Güveninizi nasıl pekiştireceğinizi merak ediyorsanız bu tavsiyeleri uygulayın.


1. Önce bütün olumsuz tecrübeleri unutun. Durup dururken güveniniz yitirmeniz, basarisizlik duygusunu yasamaniz bundan olabilir. O yüzden ilk adim olarak gecmisteki bütün kötü deneyimleri yok edin. Beyninizden silin gitsin!

2. Kendinizle iletisiminiz cok önemli. ”Sen bunu yeneceksin” gibi cümleler kurmayin. Yani kendinize ic sesinizle “sen” diyorsaniz bu sorundur. İlk olarak kendinizle “iletisim”e gecip, “ben bunu yaparim” seklinde cümlelerle ise baslayin.

3. Erteleme olayina bir son verin. Bir seyi sonlandirmayip, yarim birakma, basarili olamama korkusuna dayanabilir. “Su an” yapacaginiz ne varsa “hemen simdi” yapin. Bir not edin bakalim, “yarim” biraktiginiz isler cok fazla mi? Onlari tamamlamak güven duygunuzu rehabilite edecektir. Cok basit seylerde bile bunu uygulayin. Sacinizi kestirmeyi ne zamandir erteliyor musunuz. Hemen gidin kestirin mesela...
4. Kesin olarak istediginiz seyin ne oldugunu düsünün. Tam olarak neyi, ne kadar, nerede ve nasil elde etmek istiyorsunuz? Bunu dakikalarca düsünüp, o cok istediginiz seye odaklanin. Adrenalinizin arttigini, istediginiz seye kavusmayi “düsünmenin” sizi pozitif bir ruh haline soktugunu göreceksiniz.
5. Kötü tecrübeleri beyninizin bilgisayarini cöp kutusuna atip, silmistiniz ya. Eh simdi, arkadaslarinizla beraberken biraz sikiliyorsunuz degil mi? Onlara hep ”dertlerinizden” söz ederdiniz hani! Canim, biraz düsünün, sizin hic basariniz olmadi mi gecmiste. Dost sohbetlerinde arada sirada bu basarilarinizdan da söz edin.. Anlatirken bunu nasil yaptiginizi yeniden hatirlayacaksiniz. Belki de bu yöntem, baska ulasmak istediginiz idealleriniz icin de ise yarar!
6. Çevrenizi iyi gözlemlediniz mi? Basarili ve mutlu insanlar genellikle “Çözüm”e odaklidir. Bu insanlar yüzde 20 problemlere, yüzde 80 cözümlere odaklanir. Bazi sorunlar aslinda sizin “büyüttügünüz” kadar degil. Siz ona “odaklandikca” o büyüyor, büyüyor ve cözülmez bir hale geliyor. Bu sorunlarda cikmaza girdiginizde bir “örnek” bulun. Yari sorunu cözmüs bir insan örnegi. O, nasil cözdü? Tamamen bu yönteme odaklayin kendinizi.
7. Enerjinizi cogaltin. Cünkü enerji bize sadece fiziksel güc olarak gerekli degildir. Duyu organlarimiz da enerji ile calisir. Bu enerji sesinize, bakisiniza, görünüsünüze etki eder. Spor yaptiginizda seretonin ve endorfin hormanlari artacak. Bu iletisimde cok önemli; Bakislariniz da bu hormonlarin etkisiyle karsi tarafa daha kolay “olumlu” mesajlar göndermenizi saglayacak. Kendinizi “iyi” hissetmek, güne gülümseyebilmek icin spor cok önemli. Unutmayin, egzersizden uzak kaldiginizda, adeta benzinsiz bir araba gibisiniz!
8. Telkin cok önemli. Her ne istiyorsaniz onu olmus gibi hayal edin: Alt bilinciniz sadece simdiki zamani bilir. O yüzden gelecek zamanli cümleler kurmayin. Örnegin, ”zayiflayacagim” derseniz asla zayiflayamazsiniz. Belirsiz bir gelecek yerine, “su anda yapiyorum” deyin.. Bu mesaji yolladiginizda, alt bilinciniz sizi o amac icin bazi tutumlara davet edecektir. Siz farkinda bile olmadan… Enerjiniz cogalacak, yavas yavas zayiflama istegi artacaktir.
9. Aman, renkler cok önemli. Giysilerde renk tonajlarina dikkat edin. Sectiginiz her renk sizi anlatiyor cünkü. Canli renkler mutluluk ve neseyi koyu renkler ise ciddiyeti temsil ediyor. Bu tarz olarak size en yakisani secin. Bu giysileriniz canli renklere sahipse güveninizin kendiliginden gelistigini göreceksiniz. (Tabii yerine göre.. Bir is toplantisina da piril piril renklerle gidilmez elbette.) Su acik ki, asil olarak “ten giysiniz”, yani solgun olmayan bir cilt, pariltili bakislar giysilerden daha da önemlidir. Olumlu düsündükce farkli bir ten renginin ve bakislarin sizde oturdugunu farkedeceksiniz.
10. “Evet” ve “hayir” lara dikkat. Hickimse size istemediginiz bir seyi yaptiramaz. Bazi insanlara da hayir demeyi ögrenin. Hoslanmadigıniz bir mekana sizi götürmek isteyen arkadasiniza karsi rahatlikla ” hayir” kelimesini kullanin. Birlikte keyif alacaginiz mekanlari sececek arkadasiniz mutlaka vardir. Sizi rahatsiz eden, olumsuz ruh halinizi cogaltan insanlarla iliskinizi de gözden gecirin. Sizi üzen bir insanla yola devam etmek sizden sürekli götürecektir.
11. Gelecegi “belirsiz” birakmayin. Planlayin. O gerceklestiginde neler hissedersiniz, sürekli bunu düsünün. Artik o ideale, o “plan”a nasil ulasacaginizi düsünün ve kendinizi orada hayal edin sik sik. Örnegin isyerinizde “sef” mi olmak istiyorsunuz? Sürekli bunu nasil gerceklestireceginizi düsünmenin ve bu anlamda somut olarak neler yapabileceginizin ötesinde, o görevi “hayal” edin. Kendiniz orada, bir toplantida iken hayal kurun örnegin. Hayaliniz güclendikce, tutumlariniz da degisecektir. Örnegin, o iste sef olmak icin önce dil mi bilmeniz gerekiyor. Farkinda olmadan ayaklariniz sizi bir bir hafta sonu kursuna dogru götürecektir.
12. Gelecegi planlamak kendinize güveni, kendinize güvenmek de size bazi “formüller” de getirecektir. Örnegin zayiflamak istiyorsunuz ama neden sismanladiginizin “formülü”nü dikkate almiyorsunuz. İste olumlu bir sekilde basariya odakladiginizda beyniniz, size “neden sismanladiginiz”i da animsatacak. Ve sizi kilo almaya götüren nedenleri de hayatinizdan kaldirmak üzere planlar yapiyor olarak bulacaksiniz kendinizi..
13. Bir de, “olumlu” anlam iceren kelimelere dikkat edin. Olumsuz olarak beyninize yerlestirdiginiz cümleler size baski yapar. Orada “beslenir” ve daha güclü olarak geri dönebilir”. Bir örnek vermek gerekirse, “asla televizyon seyretmiyorum” demeyin. Beyniniz sizi daha istekli olarak TV seyretmeye zorlar. İnsanlarin “kötülükleriyle” ugrastiginizda da ters tepki verir. Kötü bir kelimeyi kullandiginizda ona yüklediginiz anlami bilincinize cagirirsiniz! Bu kelimeyi cok sik hatirlamaya baslarsiniz. Hatta yillar sonra o eylemin icinde bile görebilirsiniz kendinizi. O nedenle “olumsuz” herhangi bir kelimeyi (Her ne olursa olsun) beyinize yerlestirmemeye özen gösterin.
14. Hayatinizi yönlendirin. Ne eksikse yasaminizda ona kanalize olun. Sevgi mi yok, sevgi birlikteligine kanalize olun. O boslugu bir sevgili dolduracaksa, yani ona gereksinimiz varsa bunu planlayin. Bir takim duygusal bosluklarin yerini baska seylerle kapatmayin. Zaten olumluya ve basariya kanalize olmus bir ruh hali, baska arayislariniza cözüm bulmak üzere de konumlanacaktir. Basari ve sevgiyle birlikte donanmis benliginiz, size enerjiyi ve mutlulugu da cagiracaktir.

5 Mart 2012 Pazartesi

ŞİŞEDEN ÇIKAN MEKTUP

           
         Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami´nin 1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıklarını anlatıyor.
“Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.

        Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.

         Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.

4 Mart 2012 Pazar

SEN DOĞRU OL, KEM BELASINI BULUR

Dervişin biri eski İstanbul sokaklarında :
‘-Sen doğru ol kem belasını bulur.Sen doğru ol kem belasını bulur.’Diye diye dolaşıyormuş.Padişahın biri tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken dervişin sözlerini duymuş,ilgisini çekmiş ve dervişe :
-Hergün sarayıma gel seninle muhabbet ederiz ‘demiş.
Dervişimiz ertesi gün ……
Sarayın kapısına gitmiş padişahın karşısına çıkarılmış sohbet muhabbet zaman geçmiş saraydan ayrılırken padişah dervişin cebine bir altın konulmasını emretmiş.
Sarayın dışında dervişimizi takip eden sahte derviş kılıklı biri yanına yanaşmış ,
-Ya arkadaş ,Padişah seni neden saraya davet etti ?Derdi neymiş?’falan filan bir yığın sorgu suale tutmuş.Her gün bir altın aldığını da öğrenince.’Onun yaptığı işi ben de yaparım’ diye düşünmüş.Sormuş,
-Ya kardeş, hergün ben de seninle gelsem rahatsız olmazsın değil mi?’ demiş belki Padişah bana da bir altın verir çoluk çocuğum nasiplenir.’
İyi dervişimiz:
-Padişahım kabul ederse neden olmasın sende gelirsin tabii ‘demiş.
Gel zaman git zaman padişah her muhabbet sonrası bir ona bir öbürüne birer altın verdirir olmuuuş.
Sahte derviş bir sabah gerçek dervişimizi çorba içmeye davet etmiş.Garsona da gizlice arkadaşının çorbasına bol sarmısak koymasını tembihlemiş.Gerçek dervişin
-Padişah’ımla muhabbet ederken kötü kokarım ‘sözlerine sözüm ona çare de üretmiş
-ağzına mendil tutarsın kardeşim ‘demiş.O gün aynen böyle olmuş bizim derviş ağzını mendille örterek padişahla söyleşisini sürdürmüş.Bu arada sahte derviş fırsat bulduğunda Padişahın kulağına eğilip,
- efendim arkadaşım ağzını mendille neden kapatıyordu biliyormusunuz ,ağzınız kokuyormuş o kokuyu duymamak için’ demiş.
Padişah çok sinirlenmiş çağırın o dervişi demiş. gerçek dervişimize sarayın fırıncısına verilmek üzere bir pusula vermiş ve ,
-Al bunu fırıncıya götür’ demiş.okuma yazması yok tabii tam kapıdan çıkıp fırıncıya gidecekken sahte derviş :
-İstersen ver o pusulayı ben götüreyim fırıncıya , belki Padişah ekmek lütfetmiştir çocuklara götürürüm senin ekmeğe ihtiyacın mı olur?’ demiş.
Onunda okuması yok,pusula böylece sahte dervişin elinden fırıncıya ulaşmış.fırıncı kağıtta yazılan ‘bunu sana getireni kızgın fırına at’ emrini hemen yerine getirip sahte dervişi küt ,alev alev yanan kızgın fırına yollamış.Ertesi gün gerçek derviş yine saraya gelmiş.Padişah şaşırmış:
- Hayrola sen dün fırıncıya gitmedinmi ?’diye sormuş..Derviş de olanları birbir anlatmış.Padişah dervişin kulağına eğilmiş:
-SEN DOĞRU OL ,KEM BELASINI BULUR ‘demiş.