Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

BU SİTEYE

13 Ekim 2011 Perşembe

ÜZÜNTÜNÜN İLACI, MUTLULUĞUN MAYASI SEVGİ

Sevgi söz değil özdür.

Sevgi kağıda yazılmaz, kalbe kazınır.
Sevgi, ya var, ya da yoktur. Biraz var, biraz yok olmaz.
Sevginin tam tarifi yapılamaz. Çünkü sevgi sadece akılla kavranmaz. Çünkü sevgi, kalpten kavranan ve yaşanan bir güzelliktir. Bu sebeple de, kalpsizlerin, merhametsizlerin ve maddecilerin sevgiden söz etmeye hakları yoktur.
Hem dünyanın peşinde olacaksın, maddi kazançların ince hesapların içinde kaybolacaksın, hem de sevgiyi yaşayacaksın, olur mu?
Böyle biri ancak sevginin sözünü edebilir, özünü ne bilir, ne de bildirebilir...
İşte bu yüzden çağımız, sevginin çok yazıldığı, çok söylendiği bir zaman dilimi haline gelmiştir .. Zira, yaşayan azaldıkça, sözünü eden çoğalmaktadır.
Sevgi anlatılamaz, yaşanır. Sevgiyi yaşayamayanlar hep anlatıyorlar, sürekli ondan söz ediyorlar. Bu ya bir sahteciliktir, ya da yaşayamadığına hasretlenmek, hatta hasetlenmek...
Bu durumda ortaya çıkan sevginin sömürülmesi, içinin boşaltılmasıdır.
Söylenen ve yazılan, yürekten taşan ve içte taşınamayandır.
Böyle olduğu içindir ki, Akif merhum bile, "Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım" diye dertlenir.
Sevgiyi asıl söyleyen, bedenin bütünüdür. Çünkü insanın içini gerçek anlamda sevgi donatırsa, bütün vücut ruhun dili olur. Sevgiyi yaşayan aldığı nefes, attığı adım sevgi olur. Sevgi ayrı ve özel bir eylem olarak görünmez sevende... Çünkü onun her işi, her sözü, her özelliği sevgiden ibarettir.
Sevgi insanı, ekmeksiz, susuz, hatta havasız yaşar ama, sevgisizliğe dayanamaz. Onun ekmeği, suyu, havası sevgidir.
Böyle olunabilir mi diye düşünen, böyle olamaz. Sevgi pazarlıkla var olamaz. Sevgi, çıkar hesaplarıyla, verme alma planlarıyla yaşamaz.
Çünkü sevgi, fedakarlıktır.
Sevgi, sevdiğinde fani olmaktır.
Sevgi, sevdiğinin, "Hadi! Dediğinde, "nereye?" diye sormamaktır.
Böylece sevmeyen ve böylesine sevilecek olanı bulmayan, sevginin uzağındadır.
Öyleyse, en çok sevilmesi gereken, bu muhteşem duyguyu yoktan yaratıp yüreklerimize hediye edendir. En çok sevgi, sevmeyi bize öğretene olmazsa, sevgiye saygısızlık yapılmış olmaz mı?
En çok Allah'ı sevmemek, sevginin öz kaynağından koparılmasıdır.
Kaynağından koparılan sevgi, sevgi olmaktan çıkıyor. Her şeyin sahtesi kötüdür, çirkindir, çekilemez ama, sevginin sahtesi, ne yenir, nede yutulur. Sevginin sahtesi hiçbir şeye benzemez. Çünkü sevgi samimiyetle mayalanmadan kendisi olamaz, varlığını bulamaz, özelliklerini kazanamaz.
Böylesine bir yokluktan bir sevgi edebiyatı çıkıyor. Tumturaklı sözlerle sevgi anlatılıyor. Ne ki çok anlatıyorsun, o az yaşanıyor demektir. Hani bir Allah Dostu'nun şu sözünde olduğu gibi:
"-Ben, Allah'ı hatırlamaktan utanırım. Çünkü, her hatırlama bir unutmadan sonradır."
Ne ki, anma günlerinin konusudur, demek ki unutulmaya yüz tutmuştur. Bizim sevgi geleneğimizde, sevginin sözü çok edilmez. Çünkü, 24 Saat yaşanan bir güzellik, dillerde dolaşmaya muhtaç değildir.
Sevgi bakıştır.
Sevgi, selamdadır.
Sevgi, tebessümdedir.
Sevgi, hatır soruştadır.
Sevgi, yardım ediştedir.
Sevgi, bazan bir geçmiş olsunda, bazan da bir teselli tavsiyesindedir.
Sevgi, pişirilen yemektedir.
Sevgi, "Hoşgeldin" de, "Güle Güle" de, "Allaha ısmarladık" tadır.
Yürekte gerçek sevgi gerçekten varsa, herşey sevgidir.
Görünüşe, etkisi, hissi ne olursa olsun herşey sevgi olur. Ve seven sevdiğine, "Senden gelen başım gözüm üstüne" der.
Sevgi,kal değil,hal işidir.
Sevgi,ruhun dilidir. O konuşmaya başladı mı,öteki diller susar. Konuşsalar da ,sesler,sözleri duyulmaz olur.

Sevginin olduğu yerde, atmosfer sevgiden ibaret hale gelir. Kurt ve kuş sevgiden başkasını bilmez olur.
Sevgi,intisap sırrıdır.
Ait olduğu kaynağı keşfettiğinde,kanatlanır,kanatlandırır.
Kabına sığmaz olur. Dolar taşar,gizlenemez bir muhabbet coşkunluğu ile çevresini kuşatır.

İnsanlığı sevmek, insan olmanın gereğidir.

İnsanlığı bize bağışlayan ve bilinçli sevmeyi öğreten Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

Çevremizde varlığını hissettiğimiz her şey, O’ndan eserdir diye seviyoruz. Ve yarattığı her şeyle dostluk kuruyoruz, kardeş oluyoruz…Canlı cansız bütün varlık dünyasıyla birleşip bütünleşiyoruz.

Birlik dünyası, dirlik dünyasıdır.Yaratıcının birliği etrafında bir ve beraber olmuş varlığı tutan, dengeleyen, düzenleyen “sevgi”dir…

İşte bu sevgiyi yaşamak, insanı mutlu, huzurlu ve iştiyaklı kılıyor. Yaşama sevinci bu sevgiyle kalplere doluşuyor.

Bu sevgi, üzüntünün ilacı ve mutluluğun mayasıdır.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk......

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez....
Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç...
Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra... Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca,

"bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur"

diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...

"Senin için ölürüm"

derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam

"hayır, ben senin için ölürüm"

diye yanıt verirdi hep... Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın,

"bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak..."

Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,

"mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"

mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten... Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul
etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan.

"Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama.

Bbu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..."

"Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.

"Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun! ,burası bizimdir artık..."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:

"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama,

"Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere...

Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken,

"Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım"
diye sözünü kesti arkadaşı.

"O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya..."

"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın.

Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı...

Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...

Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu
Alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken,

"Son bir kez kucaklamak isterim seni"

diyecek oldu ama kadın,

"Defol!"

dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar...
Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.
Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.

"Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.

"Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın.

Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:

"Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,

"Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem"

diyordu...

Sırayla okudu;

"Seni çok sevdim",

"Seni sevmekten hiç vazgeçmedim",

"Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim."

"Fakat benim için ölmeni istemedim"

"Şimdi bana söz vermeni istiyorum."

"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"

son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım..."