Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

BU SİTEYE

18 Kasım 2011 Cuma

Tıkandı Baba......

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.

Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.

Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;

Bir gece rüyamda bir çok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.

Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve: "Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık", dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı Baba"ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı Baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:

"Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz" demiş.

Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.

– "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.

Taze baklava, güzel baklava!

Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.

Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.

Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: "Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım" demiş. Tıkandı Baba da "Peki" demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba'ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:

"Bizim Tıkandı Baba'ya bir bakalım" deyip Tıkandı Baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:

– "Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?" demiş.
– Geldi sultanım!
– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.

"Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel" deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.

"Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir" demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;

"Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar" demiş ve askerlerden birini çağırmış.

"Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin" demiş.

Padişahın adamları 'peki' deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.

Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.

Baba, "niçin?" demiş. Askerler:

"Hele sen bir beğen bakalım" demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.

"Ne olacak şimdi" demiş.

"Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı" demiş.

Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT !

13 Ekim 2011 Perşembe

ÜZÜNTÜNÜN İLACI, MUTLULUĞUN MAYASI SEVGİ

Sevgi söz değil özdür.

Sevgi kağıda yazılmaz, kalbe kazınır.
Sevgi, ya var, ya da yoktur. Biraz var, biraz yok olmaz.
Sevginin tam tarifi yapılamaz. Çünkü sevgi sadece akılla kavranmaz. Çünkü sevgi, kalpten kavranan ve yaşanan bir güzelliktir. Bu sebeple de, kalpsizlerin, merhametsizlerin ve maddecilerin sevgiden söz etmeye hakları yoktur.
Hem dünyanın peşinde olacaksın, maddi kazançların ince hesapların içinde kaybolacaksın, hem de sevgiyi yaşayacaksın, olur mu?
Böyle biri ancak sevginin sözünü edebilir, özünü ne bilir, ne de bildirebilir...
İşte bu yüzden çağımız, sevginin çok yazıldığı, çok söylendiği bir zaman dilimi haline gelmiştir .. Zira, yaşayan azaldıkça, sözünü eden çoğalmaktadır.
Sevgi anlatılamaz, yaşanır. Sevgiyi yaşayamayanlar hep anlatıyorlar, sürekli ondan söz ediyorlar. Bu ya bir sahteciliktir, ya da yaşayamadığına hasretlenmek, hatta hasetlenmek...
Bu durumda ortaya çıkan sevginin sömürülmesi, içinin boşaltılmasıdır.
Söylenen ve yazılan, yürekten taşan ve içte taşınamayandır.
Böyle olduğu içindir ki, Akif merhum bile, "Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım" diye dertlenir.
Sevgiyi asıl söyleyen, bedenin bütünüdür. Çünkü insanın içini gerçek anlamda sevgi donatırsa, bütün vücut ruhun dili olur. Sevgiyi yaşayan aldığı nefes, attığı adım sevgi olur. Sevgi ayrı ve özel bir eylem olarak görünmez sevende... Çünkü onun her işi, her sözü, her özelliği sevgiden ibarettir.
Sevgi insanı, ekmeksiz, susuz, hatta havasız yaşar ama, sevgisizliğe dayanamaz. Onun ekmeği, suyu, havası sevgidir.
Böyle olunabilir mi diye düşünen, böyle olamaz. Sevgi pazarlıkla var olamaz. Sevgi, çıkar hesaplarıyla, verme alma planlarıyla yaşamaz.
Çünkü sevgi, fedakarlıktır.
Sevgi, sevdiğinde fani olmaktır.
Sevgi, sevdiğinin, "Hadi! Dediğinde, "nereye?" diye sormamaktır.
Böylece sevmeyen ve böylesine sevilecek olanı bulmayan, sevginin uzağındadır.
Öyleyse, en çok sevilmesi gereken, bu muhteşem duyguyu yoktan yaratıp yüreklerimize hediye edendir. En çok sevgi, sevmeyi bize öğretene olmazsa, sevgiye saygısızlık yapılmış olmaz mı?
En çok Allah'ı sevmemek, sevginin öz kaynağından koparılmasıdır.
Kaynağından koparılan sevgi, sevgi olmaktan çıkıyor. Her şeyin sahtesi kötüdür, çirkindir, çekilemez ama, sevginin sahtesi, ne yenir, nede yutulur. Sevginin sahtesi hiçbir şeye benzemez. Çünkü sevgi samimiyetle mayalanmadan kendisi olamaz, varlığını bulamaz, özelliklerini kazanamaz.
Böylesine bir yokluktan bir sevgi edebiyatı çıkıyor. Tumturaklı sözlerle sevgi anlatılıyor. Ne ki çok anlatıyorsun, o az yaşanıyor demektir. Hani bir Allah Dostu'nun şu sözünde olduğu gibi:
"-Ben, Allah'ı hatırlamaktan utanırım. Çünkü, her hatırlama bir unutmadan sonradır."
Ne ki, anma günlerinin konusudur, demek ki unutulmaya yüz tutmuştur. Bizim sevgi geleneğimizde, sevginin sözü çok edilmez. Çünkü, 24 Saat yaşanan bir güzellik, dillerde dolaşmaya muhtaç değildir.
Sevgi bakıştır.
Sevgi, selamdadır.
Sevgi, tebessümdedir.
Sevgi, hatır soruştadır.
Sevgi, yardım ediştedir.
Sevgi, bazan bir geçmiş olsunda, bazan da bir teselli tavsiyesindedir.
Sevgi, pişirilen yemektedir.
Sevgi, "Hoşgeldin" de, "Güle Güle" de, "Allaha ısmarladık" tadır.
Yürekte gerçek sevgi gerçekten varsa, herşey sevgidir.
Görünüşe, etkisi, hissi ne olursa olsun herşey sevgi olur. Ve seven sevdiğine, "Senden gelen başım gözüm üstüne" der.
Sevgi,kal değil,hal işidir.
Sevgi,ruhun dilidir. O konuşmaya başladı mı,öteki diller susar. Konuşsalar da ,sesler,sözleri duyulmaz olur.

Sevginin olduğu yerde, atmosfer sevgiden ibaret hale gelir. Kurt ve kuş sevgiden başkasını bilmez olur.
Sevgi,intisap sırrıdır.
Ait olduğu kaynağı keşfettiğinde,kanatlanır,kanatlandırır.
Kabına sığmaz olur. Dolar taşar,gizlenemez bir muhabbet coşkunluğu ile çevresini kuşatır.

İnsanlığı sevmek, insan olmanın gereğidir.

İnsanlığı bize bağışlayan ve bilinçli sevmeyi öğreten Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

Çevremizde varlığını hissettiğimiz her şey, O’ndan eserdir diye seviyoruz. Ve yarattığı her şeyle dostluk kuruyoruz, kardeş oluyoruz…Canlı cansız bütün varlık dünyasıyla birleşip bütünleşiyoruz.

Birlik dünyası, dirlik dünyasıdır.Yaratıcının birliği etrafında bir ve beraber olmuş varlığı tutan, dengeleyen, düzenleyen “sevgi”dir…

İşte bu sevgiyi yaşamak, insanı mutlu, huzurlu ve iştiyaklı kılıyor. Yaşama sevinci bu sevgiyle kalplere doluşuyor.

Bu sevgi, üzüntünün ilacı ve mutluluğun mayasıdır.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk......

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez....
Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç...
Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra... Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca,

"bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur"

diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...

"Senin için ölürüm"

derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam

"hayır, ben senin için ölürüm"

diye yanıt verirdi hep... Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın,

"bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak..."

Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,

"mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"

mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten... Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul
etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan.

"Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama.

Bbu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..."

"Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.

"Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun! ,burası bizimdir artık..."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:

"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama,

"Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere...

Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken,

"Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım"
diye sözünü kesti arkadaşı.

"O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya..."

"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın.

Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı...

Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...

Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu
Alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken,

"Son bir kez kucaklamak isterim seni"

diyecek oldu ama kadın,

"Defol!"

dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar...
Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.
Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.

"Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.

"Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın.

Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:

"Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,

"Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem"

diyordu...

Sırayla okudu;

"Seni çok sevdim",

"Seni sevmekten hiç vazgeçmedim",

"Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim."

"Fakat benim için ölmeni istemedim"

"Şimdi bana söz vermeni istiyorum."

"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"

son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım..."

23 Eylül 2011 Cuma

HAYATA BAKIŞ

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu.
Hatta, bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile,
"Bu adam bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor?" diye.
Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep.
"Bomba gibiyim..."
Jerry, doğal bir motivasyoncuydu.
Yanındaki insanlardan biri o gün, kötü bir gündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.
Bir gün Jerry'ye gittim. "Anlayamıyorum" dedim.
"Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan
olabiliyorsun? Nasıl başarıyorsun bunu?"

Her sabah kalktığımda kendi kendime;
"Jerry, bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü" derim.
Her zaman havamın iyi olmasını seçerim.
Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var.
Kurban olmak ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.
Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var.
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek.
Ben olumlu yanlarını göstermeyi seçerim.
"Yok yahu" diye dalga geçtim. "Bu kadar kolay yani"
"Evet...Kolay..." dedi Jerry.
"Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır.
Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin.
Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin.
Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin.
Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin"
Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi.

Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek
yerine olumlu seçimler yaptığımda hep onu hatırladım.
Yıllar sonra Jerry'nin başına çok talihsiz bir olay geldi.
Soygun için gelen hırsızlar Jerry'yi delik deşik etmişler.
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm.
"Nasılsın?" diye sorduğumda; "Bomba gibi" dedi.
"Bomba gibi"
"Olay sırasında neler hissettin Jerry?" dedim.
"Yerde yatarken iki seçimim var diye düşündüm.
Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü. Ben yaşamayı seçtim."
"Korkmadın mı? Şuurunu kaybetmedin mi?"
Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler.
Ama acil servisin koridorlarinda sedyemi hızla sürerken
doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.
Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu.
"Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım"
"Ne yaptın?" diye merakla sordum.

Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
"herhangi bir şeye ihtiyacım olup olmadığını" sordu.
'Evet' diye yanıt verdim.
"Var"
Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.
Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım;
"Benim kurşunlara alerjim var!.."
Doktor ve hemşireler gülmeye başladılar.
Tekrar bağırdım;
"Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil"

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıklari sayesinde değil,
kendi olumlu tavrının da büyük katkısı ile yaşadı.
Yaşaması bana yeni bir ders oldu.
Hergün hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız
ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim
ve herşeyin kendi seçimlerimize bağlı olduğunu.

Bu yazıyı okudunuz.
Şimdi iki seçiminiz var:
1. Unutup gitmek,
2. Yazıyı dikkate alıp saklamak, arkadaşlarınıza göndermek.

Francie Baltazar Schartz'ın yazısını okuduktan sonra düşündüm,
iki seçimim vardı:
1. Çöpe atmak,
2. Birileriyle paylaşmak.

Ben seçimimi yaptım. Siz değerli arkadaşlarımla paylaştım.



Ya siz?..."



HER ZAMAN 'BOMBA GİBİYİM' DEMENİZ DİLEĞİYLE...

KİMİN İÇİN SÜSLENMELİ...?

Eşi için süslenmeli

Dinimiz, kadınlara süslenmeyi kocaları için münhasır kılmış ve kocaların da kadınları için süslenmelerini tavsiye etmiştir. Allahu Teala, kadınların kocaları için süslenmelerini vaz ederken, erkeklerin de süslenmiş kadınlarına ilgi duymasını öngörmüştür.

Evlilik hayatının devamı için eşlerin bu konuya eğilmesi çok önemlidir. Kimi erkek dışarıda açık saçık, süslü kadınları görür; evine gelince, giyimine önem vermeyen, kendine gerektiği gibi bakmayan, dökük saçık hanımı ile karşılaşırsa farkında olmadan yavaş yavaş gönlü, hanımından başkasına kayabilir. İlgisiz kalan hanıma da buna paralel olarak, bir soğukluk gelebilir. Bu hal devam edince, evde geçimsizlik, dışarıda ise gayrimeşru, hoşa gitmeyen haller gelişebilir.

Cenab-ı Hak ailelerin, dolayısı ile toplumun saadetini zedeleyen felaketleri, ayeti kerimelerdeki hayat düsturlarıyla önlemiştir.

İnsanlar, gözlerine sahip olup kalbe giren fesat yolunu kapatırsa kadınlar da evlerinde güzel ve şık giyinir, kocasına süslenir, dışarı çıkarken örtünür ve sade giyinirlerse ailevi açıdan büyük tehlikeler, daha baştan önlenmiş olur. Karı koca arasındaki karşılıklı muhabbet ve iyi münasebet devam eder, mutlu bir hayat yaşarlar. Hem dünyada hem ahirette mesut olurlar.

Arap Düşünür Ebu’l-Ferec de bir araştırmasında şunları söyler: “Kadın, endamının düzgünlüğünden ve güzelliğinin mükemmelliğinden ayrı olarak, sürekli temiz ve süslü olmalıdır ki, kocasının gönlüne taht kursun. Kocasının zevkine ve beğenisine uygun biçimde çeşitli takılar takınmalı, değişik elbiseler giyinmeli ve çeşitli şekillerde süslenmelidir. Kocasının gözüne takılıp da kendisinden hoşlanmamasına ve nefret etmesine neden olan kirler, pis kokular veya tiksinti verici şeyleri üzerinden atmalı ve bu tür şeylerden sakınmalıdır. Temizlenmeyip süslenmeyen bir kadın, kocasının, kendisinden başka kadına yönelmesine sebep olabilir. Eğer bir kadın, kocasını bu yönden kaybetmişse suçludur. ”

Süslenen ve süslenmekten hoşlanan kadınlara karşın, kocaları da onlara ilgi duymalı, ayrıca onların süslenip dışarıya karşı kendilerini sergilemelerine fırsat vermemelidir.

Erkekler de eşlere süslenmelidir

Dinimizce sadece kadınlara değil, erkekler üzerine de hanımları için süslenmeleri, güzel görünmeleri, saç ve sakallarını düzeltmeleri, temiz giyinmeleri ve hanımının sevgisini kendi üzerinde toplamaya çalışması, vazife sayılmıştır.

“Erkeklerin kadınlar üzerinde olduğu gibi, kadınlarında erkekler üzerinde hakkı vardır.” Diye emir buyrulurken, erkeklerin de sorumluğu bulunduğunu beyan etmiştir.

Hz. Aişe validemize (r.anha), “Resulullah (sav) evine girdiğinde ilk iş olarak ne yapardı?” diye sorulduğunda Hz. Aişe validemiz; “İlk iş olarak dişlerini misvaklardı.” Diye cevabı verdi.

Bir erkeğin evine nasıl girmesi gerektiğini, şu hadisi şeriften de öğrenebiliriz: “Elbiselerinizi yıkayın, saçlarınızı tıraş ettiriniz. Dişlerinizi misvaklayınız (süslenin ve temizlenin). Çünkü İsrailoğulları, bunları yapmamışlar, kadınları da (gözleri dışarıda kalarak) zina etmişti.”

Bütün erkekler, Peygamberimizin bu örnek davranış ve tavsiyelerine uymalıdırlar. Özellikle sanayide, yağlı ve kirli işlerde çalışanlar, işten ayrıldıklarında, elbiselerini ve vücutlarını temizleyerek hanımların yanına girmelidirler. Kirli elbiselerle, saç ve sakalı birbirine karışmış, pejmürde bir vaziyette ailesiyle yatağa giren erkekler, hanımlarını tiksindirmeye ve aile muhabbetini azaltmaya sebep olabilmektedirler. 



Süslenmenin şartları

Bir kadının, İslam’a göre süslenebilme şartlarını maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1- Süs eşyaları, alkol, domuz yağı gibi necis maddeler içermemelidir. Kadının kocası için süslenmek maksadıyla, bileşiminde domuz yağı bulunmayan rujlarla dudak boyatması, gusle mani olmayan ojelerle tırnaklarını boyaması ve diğer yüz makyajı ile ilgili işlemleri yapması caizdir.

2- Süs eşyaları sağlığa zararlı olmamalıdır.

3- Kadın, süslenmesini kocasında başka yabancı erkeklere yapmamalıdır. Kadının kocası dışında ruj, oje gibi süslerini, yabancı erkeklere göstermesi haramdır. Zira makyajlanarak arzı endam edilmesinde, kalplere fitne ve şehvani bakışlara davet vardır. Tırnakları ojelemek, bunun ötesinde, cinsi cazibeyi de arttırıcıdır. Bu da ayrı bir fitnedir. Bu sebeple tırnakları ojeli elleri ve ayakları açığa vurmak caiz değildir.

Yaratılmışı değiştirmek

4- Allah’ın yarattığı fıtratı bozucu dövme, dişleri seyreltmek, kaş aldırmak, peruk takmak, yapay benler oluşturmak, saçı boyamak, tırnak uzatmak, estetik ameliyatı ve yüze yapay renk kazandırmak gibi haram yollardan kaçınmak gereklidir.
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır: “Güzellik için dövme yaptıran ve vurduran, cımbız ve benzeri şeylerle yüz ve kaş kıllarını yolan ve yolduran, dişlerini aralatarak Allah’ı yarattığı güzelliği değiştiren kadınları, Allah rahmetinden uzak etsin.”

Evet, kaşlarını aldırana ve bu işi yapanlara, Peygamberimiz bu şekilde lanet etmiştir. Kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya aldırtmak suretiyle “Kaş aldırma” işlemi gerçekleşir. Bu da hilkati (yaratılış fıtratını) değiştirme manasındadır. İslam fıkıhçıları; kadının yüzünde sakal ve bıyık çıkarsa bunun alınmasını beyan etmişlerdir.

Hanefi âlimlerinden allame İbn-i Abidin, sakal ve bıyığın kadında fıtrat olmadığını, bu sebeple (eğer çıkarsa) kesilmesinin (sakal ve bıyığın yok edici tedbirlerin) müstehap olacağı beyan etmiştir.

Şurası muhakkaktır ki büyük masraflarla yaptırılan “estetik ameliyatlar” ise fıtratı değiştirme hükmüne tabidirler. Ancak herhangi bir kaza (yangın ve felaket) sonucu, sonradan meydana gelen ve insanın toplum içinde kişilik olarak ezilmesine ve hor görülmesine sebep olan anormallikler düzeltilebilir. Çünkü bunlar, tedavi hükmünde sayılmaktadır.

5- Müslüman kadın, süslenmesini erkeklere veya ahlaksız kadınlara yaptırmaz, bu tür ortamlara girmez. Ayrıca, “erkek gibi olmuş” denilecek kadar saçlarını kısaltmaz.

Kadının saçını tıraş ettirmesi, yani erkeğe benzeyecek şekilde kestirmesi, ensesi görülecek şekilde kısalttırması, kesin bir şekilde haramdır, günahtır, üstelik bunu yapan kadın lanetlenmiştir. Bunda hiçbir âlimin ihtilafı söz konusu değildir.

Günümüzde oldukça yaygın olan, kadınların saçlarını erkek saçıları gibi kısa kestirmeleri, İslam’ın “erkeklere benzemeyin” hükmü ilahisini alenen çiğnemeleri demektir. (Tıbbi müdahaleyi gerektirecek durumlar, elbette bundan müstesnadır.)

Ancak tıraş değil de kısaltmak, yani saçın uçundan kesmek, aynı şekilde haram değildir. Denilebilir ki kadınlara saç tıraşı yoktur. Onlara ancak kısaltmak vardır.

Saç, kadının ziynetidir. Bu ziyneti örtmesi, namahreme göstermemesi farzdır. Özellikle bazı kadınların başörtülerinin altından saçları görünür. Hâlbuki yabancı erkeklere karşı saçları eşarbın altından taşmayacak şekilde kısaltmalı ya da gizlemelidir. Saçlarını eşarbın dışına sarkıtanlar, mahrem bir yeri gösterdiğinden dolayı günaha girmektedirler. Hatta saçları başörtüsünden sarkan kadınların kılacağı namaz bile caiz olmamaktadır.

Kadının kokulanması

Süslenmenin bir parçası olan koku, İslam tarafından kadınlara da erkeklere de meşru kılınmıştır. Kadının kocası için koku sürünmesi dinimizce sevap bile sayılmıştır. Ama kadının dışarıda güzel elbiseler içinde, güzel kokular sürünerek, gezip tozarak, erkeklerin cinsi duygularının tahrik edecek şekilde dolaşması ise haramdır.



Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) hadisi şeriflerinde, yabancı erkeklere karşı koku sürünmesinin, zina kadar büyük bir günaha bedel olacağını şöyle beyan etmektedir: “Her göz zina edicidir. Şurası muhakkak ki; kadın koku sürünür, sonra da (erkek) cemaate (topluluğa) uğrarsa o da zina etmiştir.”

“Herhangi bir kadın güzel kokular sürünür, kokusunu duymaları için bir topluma uğrarsa zina etmiş sayılır. Ona bakan her göz de zina etmiş olur.”
(Nesai, İbn Huzeyme, İbn Hıbban)

Görüldüğü üzere, kadınların koku sürünerek erkek topluluğun yanından geçmesi, bir nevi zina olarak kabul edilmiştir. İslam âlimlerinden Münavi, hadisi şerifteki koku sürünüp sokağa çıkan kadın hakkında kullanılan “zina etmiştir” ifadesini açıklarken şöyle demektir: “Günah kazanma yönünden sanki zina etmiş gibidir. Zina ile kokulanma (fiilen) ne kadar farklı şeyler olsa bile, bir işe sebep olan onu yapan gibidir. ”

Kadınların kokulanması, cinsel açıdan büyük dikkat çekecek, erkeklerin şehvetlerini tahrik edecek, onların nazarlarını kendine celbedecektir. Şehvetle böyle bir bakış ise daha önce de belirtildiği gibi göz zinasıdır. Bu kötü duruma, koku sürünen kadın sebep olduğu için zina olarak işaret edilmiştir.

Zaten sokaklarda süslenmiş ve kokulanmış olarak yürüyen kadınların, erkeklerin başını döndürdükleri ve cinsel uyarı gönderdikleri bilinen bir gerçektir.

Bir mütefekkir, kokunun yabancı erkekle kadın arasında bir takım mesajlar içerdiğine dikkat çekerek şunları söyler: “(Kadının dışarı çıkarken süründüğü) güzel koku, azgın bir nefis ile diğer azgın nefis arasında elçidir. Bu haberleşmenin ve mektuplaşmanın en nazik şeklidir. İslam dışı genel ahlak anlayışı, bunu önemseyip ciddiye almaz. Fakat İslam ahlakı, hassasiyeti sebebiyle bu gibi faktörlere varıncaya kadar hiçbir şeyi ihmal etmez. Müslüman hanımın sokaklarda dolaşmasına, güzel koku sürünerek toplantılara katılmasına müsamaha göstermez. Çünkü kadın ziynetlerini ve güzelliklerini örtse dahi, süründüğü koku havaya yayılacağından, yakınında bulunan veya oradan geçenlerin duygularını tahrik eder.

Kokulanıp çıkan kadının namazı

Musa b. Yesa’dan (ra) yapılan şu rivayetten, kadının koku sürünerek camiye bile gelmesinin caiz olmadığını, hatta namazının bile sahih olmadığını öğreniyoruz.

“Kadının biri Ebu Hüreyre’nin yanından geçerken, (süründüğü) güzel kokusu etrafa yayıldı. Ebu Hüreyre kadına:

— Ey Cebbar’ın cariyesi nereye gidiyorsun? Diye sordu. Kadın:
— Camiye gidiyorum, diye cevap verince, Ebu Hureyre:
— Güzel koku süründün değil mi? Diye sordu. Kadın:
— Evet, diye cevap verdi. Ebu Hureyre:
— Geri dön ve yıkan. Çünkü ben, Resul-i Ekrem’den şöyle buyurduğunu duydum:

“Süründüğü koku etrafa yayılırken mescide namaz kılmak için giden kadının namazı, tekrar evine dönüp yıkanmadıkça kabul olmaz” dedi. (İbn Huzeyme)

Akla şöyle soru gelebilir: “Peki, kadın hiç koku sürünmeyecek mi?” Cevaben deriz ki elbette sürünecek ama şartlarına uyarak. Bunun şartlarını da Peygamberimizin şu hadisinden öğreniyoruz: “Erkeğin sürünme maddesinin kokusu olur rengi olmaz, kadının sürünme maddesinin rengi olur, fakat kokusu olmaz.”

Hadisi şerifte görüldüğü gibi kadının kokusunun neşredecek cinsten olmaması emredilmektedir. Bu şartlar tabii ki dışarısı için geçerlidir. İslam âlimleri, kadının kendi evinde, kocasına karşı istediği kokuyu sürünebileceğinde hemfikirdir. Erkek için ise sınır yoktur.

Allahu Teala, evlerimize huzur versin ve aile saadetimizi arttırsın. (Âmin)

20 Eylül 2011 Salı

Aşk Nedir....

1) Sesini duyduğunuz anda avuçlarınız terlemeye kalbiniz deli gibi çarpmaya başlıyorsa...
Bu aşk değil HOŞLANMAKTIR
...
2) Ellerinizi ondan çekemiyor sürekli dokunmak sarılmak istiyorsanız ..
Bu aşk değil ARZULAMAKTIR

3) Yanınızda bir tek o olduğu için onu istiyorsanız....
Bu aşk değil YALNIZLIKTIR

4) Herkes onunla olmanızı beklediği için onunlaysanız...
Bu aşk değil SADAKATTİR

5) Size sıcak , yakın davrandığı için onunlaysanız...
Bu aşk değil KENDİNE GÜVENSİZLİKTİR

6) Üzülmesini istemediğiniz için onunlaysanız...
Bu aşk değil ACIMAKTIR

7) Ona değer verdiğiniz için hatalarını hoş görüyorsanız..
Bu aşk değil ARKADAŞLIKTIR

8) Bütün gün ondan başka hiçbir şey düşünmediğinizi söylüyorsanız..
Bu aşk değil KOCA BİR YALANDIR

9) Onun iyiliği için kendinizden çok şey feda edebiliyorsanız...
Bu aşk değil YARDIMSEVERLİKTİR

10) O üzgünken sizin de kalbiniz acıyorsa ...
İşte bu AŞKTIR

11) Tarif edemediğiniz bir çekim yüzünden ondan bir tür lü kopamadığınızı düşünüyorsanız..
İşte bu AŞKTIR

12) O herkese güçlü görünmesine rağmen içindeki zayıflığı hissedebiliyorsanız..
İşte bu AŞKTIR

13) Başkalarını da çekici bulmanıza rağmen hiç pişmanlık duymadan onunla kalmaya devam edebiliyorsanız..
İşte bu AŞKTIR...

19 Eylül 2011 Pazartesi

Çöpçü

İhtiyarlığa adım atalı çok olmuştu. Gözleri dalgalara takılmış halde, iyi kötü yönleriyle geçmişi düşünüyordu. İnsanlığa karşı pek güveni kalmamıştı. İyilik yaptıkça nankörlük gördüğünü düşünüyordu. Çoğu kişinin kendisine "enayi" gözüyle baktığını da biliyordu. Fakat karşılıksız iyilik yapmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü kendisini hayata bağlayan çok az değerden birisi de, kendisine olan saygısıydı. Onu da kaybederse , her şeyini kaybetmiş olacağını düşünüyordu.

İhtiyar adam kayalıkların üzerinden yavaşça doğruldu, denizin kenarına atılmış kırık içki şişesi gözüne takılmıştı. İçki içmezdi ama görüp de almazsa ve bu kırık şişe birine zarar verirse vicdan azabı duyacağını düşündü. Onun şişeyi yerden aldığını gören biri kız, biri erkek iki genç gülüştü. Erkek ;

"- Çöpçü herhalde." dedi. İhtiyar adam herkesi hoş görmeye çalışırdı, özellikle gençleri ama yine de gencin, kendisi hakkında arkadaşıyla şakalaşırken biraz sesini alçaltmamasına, kendisinin duymaması için gayret etmemesine canı sıkılmıştı.

İhtiyar kırık camları atmış dönerken, gençlerin az önce kendisinin oturduğu kayalarda, azgın dalgalara karşı şakalaştığını, birbirini itekler gibi yaptığını gördü. Biraz daha uzakta bir kayaya gidecekti ki, birinin denize düşme sesi ve çığlığı kulaklarında çınladı. Kız düşmüştü. Sportif yapılı gencin hemen atlayıp kızı kurtarmasını bekledi. Fakat kayadan kayaya telaşla koşan genç atlamaya cesaret edemiyordu.

Genç ne yapacağını bilemez halde dalgaların uzaklaştırdığı kız arkadaşına bakıyor, bağırıyordu. Sağa sola deli gibi koştururken, hemen yanından birinin denize atladığını duydu, bu az önce dalga geçtiği ihtiyar adamdı.

İhtiyar adam dalgaların tüm zorluğuna rağmen, güçlü kulaçlarla kıza yetişti, saçlarından yakaladı kayalara doğru çekti. Kayalara yaklaştığında kıyıdaki genç, kızı yakalayıp önce yukarı, sonra sahile çekti. İhtiyar adamı o anda unutmuştu bile. Birden aklına gelip denize doğru baktığında ihtiyar adamın hala çıkamadığını gördü.

İhtiyar kollarında derman kalmamış halde, kendisini kıyıdan koparmaya çalışan dalgalara kendini bıraktı. Genç çılgına döndü, sevdiği kızı kurtaran, az önce dalga geçtiği ihtiyar gidiyordu. Kısa zamanda büyük şeyler olmuştu hayatında. Hayatta en çok sevdiği kişiyi kurtaramamış, başkası kurtarmıştı ve o da şimdi kendisinden özür bile dileyemeden, boynuna tüm utançları takarak sonsuza dek gidiyordu.

Kendine tam gelememiş kız , gencin sulara atlayışına baktı bağırdı ama nafile. Oysa arkadaşının kendisi kadar bile yüzemediğini iyi biliyordu.

Genç erkek tüm çabasına rağmen ihtiyara yaklaşamamıştı bile , dalgaların üzerinde boğulan değil, sanki dinlenen biri gibi duran ihtiyar da sanki gülümsüyor gibiydi. Genç bir anda ihtiyardan daha çok kıyıdan uzaklaştığını fark etti. Bitiyordu her şey. "Gerçekmiş demek ki" diye düşündü, hayatı, arkadaşları, sevdikleri hızlıca gözlerinin önünden geçiyor gibiydi. İnsan ölüme yaklaşınca böyle oluyormuş. Su yutuyordu ama mücadeleyi bırakmıştı.

Birden beklenmedik bir şey oldu; genç adam kolunun kuvvetlice yakalandığını hissetti, önce köpekbalığı aklına gelip telaşla çekmek istedi ama hemen yanında ihtiyar adamı fark etti. İhtiyar adam önce kolundan yakalamış, sonra yakasından tutup, onu bir bebek gibi çekmeye başlamıştı.

Göz açıp kapayana kadar kıyıya gelmişlerdi. İhtiyar adam, genci kızın yanına kadar atmış, nefesleniyordu. Gençlere gülümsedi;

"- Siz de, ben de bu gün güzel dersler aldık. Ben kendi adıma çok mutlu oldum. Siz kimseyi küçümsememeyi öğrendiniz. Ben de bu küçük dalgalarda sizi deneyerek, insanlığın ölmediğini gördüm. Delikanlı beni kurtarmaya gelmen, beni ne kadar mutlu etti sana anlatamam. Fakat ben daha bu dalgalara yenilecek kadar kocamadım"

İhtiyar kıyıda kendilerini toparlamaya çalışan gençlerin bir şey söylemesine fırsat vermedi;

"- Hoşçakalın !. . ." deyip yürüdü.


Gençler peşinden koşamadıkları ihtiyara şaşkınlıkla, içlerinde bir buruk sevinçle bakakaldılar.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Su ve Çiçek

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,

“Sırf senin hatırın için ey su” diye…

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba

“Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya

“Seni seviyorum der.

Su,

“Ben de seni seviyorum” der.

Aradan zaman geçer ve çiçek yine

“Seni seviyorum” der.

Su, yine “Ben de” der.


Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya

“Seni seviyorum.” der.

Su da ona

“Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der

ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki;

“Seni ben, gerçekten seviyorum.”

Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor:

“Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora.

Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki:

“Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
“Seni seviyorum” demek yetmemektedir…


Her ne kadar basit bir hikaye gibi görünsede bir çok insan bu hatayı yapmıyor mu ?
. .

Mihrimah Sultan

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister.

Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.

Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.

Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır!
Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.

Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir.

Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.

Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a.

Cami küçücüktür.

Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır.

İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana.

İşte, aşka adanmış iki eser.

Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin.

Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.

Göreceğiniz manzaraysa şudur;

Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar!

Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay.


[ İskender Pala ]

13 Eylül 2011 Salı

Hamal

Şehrin dar sokaklarının birinden bir hamal çıktı. Kısa boyuyla yüklerin altında ezilip gitmişti. Zorlanarak mendilini çıkardı. Kırışmış alnını silerken soluklandı. Mendilini cebine yerleştirirken çıkacağı yokuşa baktı. İlk adımın ardından var gücüyle tırmanmaya başladı yokuşu. Bir an önce eşyaları sahibine ulaştırmayı düşünüyordu. Yükleri teslim ettikten sonra bir ağacın gölgesine çekilip öğle yemeğini yiyecekti. Yokuşun yarısına kadar gelmişti ki güçten düştü, dizleri titrer gibi oldu. Bu sefer elinin tersiyle sildi alnına biriken terleri. Yorgunluğu da artınca iyice ezilip gitti. Bu ara yanından geçen zengin birini görünce dayanamayıp:

“Hey Allah’ım bu nasıl iş? Kimilerine oturdukları yerden para veriyorsun; şu kulunaysa bir lokma ekmeği ne güçlüklerle veriyorsun, dedi ve iki adım daha atabildi.

Sıcağın da etkisiyle duvar kenarına çöküverdi. Yükten kurtulan hamal kuş gibi hafiflemişti. Gölgeye oturup giden zengin adamın ardından bir süre baktı. Bu ara daha kolay para kazanabileceği başka işleri düşündü.

“Allah’ım ne olur bana da oturduğum yerden karnımı doyuracak ekmeği kazanmayı nasip et.” diye dua etti.

Duvar kenarında bir müddet dinlendikten sonra tekrar yola çıkacaktı ki bir gürültü koptu. Yan sokaktan bir grup insan kavga ederek çıktı. Tekme tokat birbirleriyle kavga ederlerken hamal bu duruma dayanamadı.Bir anda ayağa kalkıp onları ayırmaya girişti. Bu pek de kolay olmadı. Hamal, kendini kavganın içinde buluverdi. Önce yüzüne bir yumruk indi ardından beline bir sopa. Hamal kan revan içinde kalmıştı. Yüzü gözü şişmiş, bir ayağı da aksıyordu. Olaya asayiş ekipleri el koymakta gecikmediler. Polisler kavga edenlerle birlikte hamalı da karakola götürüp kapadılar. Hamal, ne kadar ben suçsuzum dese de kimse inanmadı. Ona,

“Mahkemeye çıkıncaya kadar burada kalacaksın.” dediler.

Hamal çaresiz boyun eğdi bu karara. Suçsuz olduğu açığa çıkıncaya kadar karakolda hapis kalacaktı. Bir köşeye çekilip beklemeye başladı. Görevliler hamalın ayağına ekmek ve yemek getirdiler.

Hamal getirilen yemeğe bakıp kaldı. O kadar aç olmasına rağmen ayağına gelen bu yemeği yemek istemiyordu. Birden gülmeye başladı. Yanındaki adam bu duruma şaşırıp kaldı.

- Neden gülüyorsun?

- Sorma, dedi hamal. Yaptığım bir dua yüzünden
buraya düştüm. Yanlış dua yapmışım.
Adam bu sözlerden bir şey anlamamıştı. Hamal devam
etti.
- Allahu Teâlâya oturduğum yerden bir ekmek ver, diye dua etmiştim. Ama hayırlısından ver dememiştim. İşte ona gülüyorum. Şimdi yemek ayağıma geliyor ama huzurlu bir şekilde, iştahla yiyemiyorum. Rabbimden zahmetli de olsa hayırlısını vermesini dilemeliydim.

Kuru Daksil

Yanlış yapmak, çok kolay. O yanlışı düzeltmek ise, bir emeğin işidir.
Bir rakamı yanlış yazdım, bir kalem temasıyla. Düzeltmek niyetiyle ele aldım daksil’i… Uç tarafı kurumuş, renk çıkmıyor bir türlü. Ucundaki iğneyi temizledim, ıslattım; salladım, çalkadım; yoruldu kolum artık…
Birdenbire fark ettim, düzeltmenin zorluğunu!
Düşündüm.
“Bir rakamı düzeltmekte böyle zahmet olursa” dedim, “Harap olan gönüller nasıl tamir edilir; bir insanın rızası nasıl inşa edilir?” Çünkü bir kırmakla kalınmıyor, hak hukuk konuları ardı sıra geliyor.
Kalemin ucundan çıkan yanlış bir harf, dilin ucundan dökülen uygunsuz bir söz, telâfisi zor olacak hataları doğurur. Çıkan mürekkep kalemden içeri girmediği gibi, söylenen söz de, dilden geri dönmüyor. Bu şeyleri daksillemek bir bakıma kamuflâj. Çünkü yazı hâlâ altında! Bir özürle belki gönül alınır, ama izi kalır arkada.
Demek ki, yazılacak şeyin iyi plânlanması gerektiği gibi, söylenecek sözün de, iyi düşünülmesi gerekiyor. Zira:
“Tahrip, tamirden çok kolaydır.”
Üzüldüğün konuları başkasıyla kıyasla. Başkasından görülecek kabalığı, bir düşün! İçinden gelen sese canla, başla kulak ver: İçindeki incelikten, ince bir feveran gelir; üzülmeyi, ezilmeyi, bozulmayı kabullenmez bir türlü.
Kul, kusursuz olur mu?
Bu, elbette ki, mümkün olmayan bir şey. Her insanın kabahati, kusurları bulunur. Neticede, gayet aciz beşeriz.
Gel gör ki, gönülleri tamir etmek öyle zor! Bir de ene karışınca, kişinin ruh yurduna… O an hemen düşersin, gönül yapma derdine.
Demiştik ya, hak var hukuk var; korkulur ki, ukuk var yani valideynin hakkı var!..
“Her hatanın peşi sıra bir hayır işlenmeli”; samimî bir tövbeyle de bu kusur temizlenmeli.
Ardından da helâlleşmek gerekir anayla, atayla; yakınla, akrabayla; ahbapla arkadaşla. Çünkü:
Kuru daksil, o kusuru silmiyor.
Olur ya, birine kaş çatmışızdır; tebessümden kaçmışızdır; ayağına basmışızdır; belki bir can yakmışızdır!
Rabbim, affeyleye bizi!
Ruhlardaki inceliğe, ince bir avans verip; insana lâyık olan bir yakınlık gösterip muhabbet sürülmeli çatlayan kalp cidarına, belki onarır diye. Hani, Yunus Emre diyor ya:
Gönül Çalab’ın tahtı
Gönüle Çalab baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise”

Hemen adım atmalı, hiç kaybedilmeden zaman.
Helâlleşmek gerekir, iş ukbaya varmadan…